Benim Sitem

HALKÇILIK

Batıda eski Yunan’dan bu yana üç tip toplumsal düzen egemen olmuştur; köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum. Her üç toplum tipi de sınıf olgusuna ve sınıf kavgasına dayalıdır. Köleler üzerinde egemen aristokrat; serfler üzerinde egemen senyör, kral ve kilise; işçi, memur ve esnaf üzerinde egemen kapitalisttir. Egemen sınıf aynı zamanda yönetimi elinde tutan ve ülkenin ekonomik kaynaklarını kendisine aktaran ayrıcalıklı sınıftır. Batıdaki ekonomik ve dolayısile siyasal, sosyal, kültürel ayrıcalık elde etme kavgası eski Yunan’dan bu yana sınıf kavgasına dayalıdır. Bu kavgada değişen tek şey egemen ayrıcalıklı sınıftır. Aristokratların yerine, senyör, kilise ve kral; onların da yerine bugünkü kapitalistler ayrıcaklı sınıf olarak toplumsal düzene egemen olmuşlardır. Sınıf çekişmesine dayalı bu kavga düzeni, bugün emperyalist/küreselci sömürü ile doğu insanını da kıskacına almaktadır.

 

Günümüz anayasalarında hak ve özgürlükler sıralanmış, dil, din, soy farkı olmaksızın herkesin bu hak ve özgürlüklere sahip olduğu belirtilmiştir. Ancak kapitalist düzende bu hak ve özgürlükleri kullanmakpara sahibi olanların bir ayrıcalığıdır. Parası olan iyi eğitim alır, parası olan sağlık hizmetlerinden yararlanır, parası olan mahkemeler önünde savunmasını yaptırır, parası olan en iyi meskenlerde yaşar, parası olan haberleşir; parası olmayanlara da “sizin de hakkınız var” denerek kanun maddeleri gösterilir. Haklar ancak kullanılabiliyorsa haktır; özgürlükler ancak kullanılabiliyorsa özgürlüktür. Bir sınıfın menfaatlerini koruyan toplumsal düzen, halkın menfaatlerini korumuyor demektir. Kapitalist, kurduğu para eksenli sistemde parayı elinde tutmakta, halka da kanunları gösterip “sizin de hakkınız var” demektedir. Bu tavşanın elinden havucu alıp sonra ona “senin havuç yeme hakkın var” demek gibidir. Kapitalist düzen, para sahibi olan lehine ayrıcalıklar yaratan bir düzendir.

 

TDK Sözlüğüne göre Halkçılık; 1.Bireyler arasında hiçbir hak ayrılığı görmeme, topluluk içinde hiçbir ayrıcalık kabul etmeme görüş ve tutumu, 2. Hiçbir grup ya da sınıfa ayrıcalık tanınmadan gönencin (bolluk, rahatlık, varlık ve refahın) geniş halk kitlelerine yaygınlaştırılmasını öngören politik öğreti.

 

Biz biliyoruz ki, bu dünyayı ve evreni yaratan Allah aynı zamanda tüm evrenin de sahibidir. Ancak Kur’an’ın bazı ayetlerinde “Allah’ın evi”, “Allah’ın devesi”, “Allah için”, “Allah’a ödünç vermek” gibi tanımlamalara rastlarız. Herşey Allah’a ait olmasına rağmen, özellikle Allah’a izafe edilerek yapılan bu anlatımların amacı nedir? Sırasıyla görelim:

 

1.Önce “Allah’ın evi” ifadesinin geçtiği ayetlere bir bakalım:

 

Öyleyse kendilerini açlıktan kurtararak beslemiş olan ve her korkudan onları güvene kavuşturmuş olan bu Ev'in Rabbine kulluk etsinler. (Kureyş, 3-4)

 

hazel-beyt = bu ev ile kastedilen, "Beytüllah [Allah'ın evi]," yani "Kâbe'dir." Aşağıdaki ayetlerde görüleceği gibi, Allah orası için evimifadesini kullanmıştır.[1]

 

Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık. (Bakara, 125)

 

Yukarıdaki ayetlerde yer alan “Allah’ın Evi” tabiri, “Allah’tan başka hiç kimseye ait olmayan ev” demektir. Allah’tan başka hiç kimseye ait olmayan ev, “kamu mülkü olan ev, halka ait olan ev” demektir. Kabe üzerinde hiç kimse mülkiyet iddiasında bulunamayacak, burası daima halkın olacaktır. Halk özgürce Allah’ın evi Kabe’ye gelecek, burada eğitim öğretim görecektir.

 

2.Şimdi de “Allah’ın devesi” ifadesine bakalım:

 

Semûd azgınlığı sebebiyle yalanladı; en zorlu bedbahtları bunun sonucundan korkmayarak görevi kabul edip gittiği zaman, Allah'ın elçisi onlara demişti ki: "Allah'ın devesi!" ve "onun su içmesi!" Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi de inciklerini kesip öldürdüler. Rabbleri de günahları dolayısıyla onları yerle bir etti, kırıp geçirdi. (Şems, 11-15)

 

Ayette geçen "en nakah" sözcüğü; "dişi deve" demektir. Ama Araplar her dişi deveye "en nakah" demezler, dişi deve beş yaşına bastığı zaman bu adı takarlardı. Ayetin mesajının anlaşılması için bu özellik daima göz önünde bulundurulmalıdır. Beş yaşına girmiş dişi deve, göçebe ve hayvancılıkla geçinenler için eti, sütü ve gücü itibariyle çok önemli, "olmazsa olmaz" değerdedir… En-Nâkah sözcük anlamıyla o dönemde toplumun fakirlerinin, yetimlerinin, miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin ortaklaşa sahip olduğu, serbestçe sütünden, gücünden ve yavrusundan istifade edeceği, kamu malı olan beş yaşında güçlü bir dişi devedir.[2]

 

Salih, Semud halkına gelmiş bir Peygamber idi. Toplumundan yoksulların faydalanmasına ayrılan deveye dokunmamalarını onu beslemelerini ve yoksullar için ayakta tutmalarını istemişti. Bu anlamda “Allah’ın devesi” tabiri Allah’a ait olup kimsenin üzerinde hak sahibi olamayacağı ve “kamuya ait olan, halka ait olan” anlamlarına gelmektedir.

 

3. “Allah içindir” ifadesi:

 

Sana enfâl'den [bahşişlerden] soruyorlar. De ki: “Enfâl Allah ve Elçisi içindir. Onun için siz, mü’minler iseniz, Allah'a takvâlı davranın, birbirinizle aranızı düzeltin ve de Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. (Enfal, 1)

 

Yine, biliniz ki, eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir günü], kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, biliniz ki, herhangi bir şeyden ganimetleştirdiklerimiz; artık onun beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir. (Enfal, 41)

 

Enfal 41’de geçen ganimet, “zahmetsiz olarak mal ve başarı elde etmek”[3]  demektir. Ganimetin beşte birinin “Allah ve Elçi” için olduğu belirtildikten sonra “yakınlığı olanlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar” arasında bölüştürüleceği belirtilmiş bu yolla kamunun da tanımı yapılmıştır. İnsanlar yaptığı bir şey ile Allah’a ne fayda dokundurabilir ne de bir zarar verebilir. İhtiyaç sahibi olan ve muhtaç olan insandır.

 

4. “Yerin mülkü Allah’ındır” ifadesi:

 

De ki:  "…Göklerin ve yerin mülkü yalnızca O'nundur… (Zümer, 44)

 

…Göklerin ve yeryüzünün mülkü de sadece Allah'ındır… (Casiye, 26-27)

 

Yeryüzü için Allah’a izafe edilerek anlatılan “yerlerin mülkü Allah’ındır” ifadesi, mülk halkındır, kamunundur anlamlarına gelir.

 

Hz.Muhammed’le birlikte yaşamış, savaşlara katılmış, sahabeden olan Ebu Zer-i Gıfari, Muaviye’ye karşı çıkarken şöyle demektedir:

 

“Mal Allah’ındır deyişinin sebebi, halkın malını yemene gerekçe hazırlamak içindir. Mal Allah’ındır demekle, “insanların malı değildir” demek istiyorsun. Yani “ben, Muaviye, Allah’ın temsilcisiyim, Allah’ın malını yiyebilirim ve keyfim kimi isterse ona verebilirim, kimi de sevmezsem ona vermem” demek istiyorsun.”

 

Burada Ebu Zer Muaviye’ye, Allah’ın malının insanların-halkın malı demek olduğunu hatırlatıyor; bu konuda onu uyararak, Allah’ın malının açgözlü bir zümrenin malı demek olmadığını söylüyor. Özel bir zümrenin, ayrıcalıklıların değil, toplumun malıdır. Çünkü toplumsal konularda Allah ve insanlık aynı tarafta, aynı safta ve aynı cephededir.[4]

 

5.Allah’a ödünç bir şey verilemeyeceği açıkken aşağıdaki ayetlerde de “Allah’a ödünç vermek” tabiri kullanılmıştır.

 

Kimdir o kişi ki Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da ona birçok katlarını katlayıversin. Allah darlık da verir, genişlik de verir. Ve yalnız O'na döndürüleceksiniz. (Bakara, 245)

 

Kimdir o, Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kişi ki, Allah da onun için kat kat artırsın! Onun için şerefli bir mükâfât da vardır. (Hadid, 11)

 

Şüphesiz sadaka veren erkekler, sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir ödünç verenler; kendilerine kat kat artırılacaktır. Onlar için çok şerefli bir ödül de vardır. (Hadid, 18)

 

Onlar, Allah'ın, kullarından tevbeyi kabul ettiğini, sadakaları aldığını ve Allah'ın, tevbeleri çok kabul edenin ve çok merhamet edenin ta kendisi olduğunu bilmediler mi? (Tövbe, 104)

 

Günlük dilde bazen biz de, çok sevdiğimiz ve korumak istediğimiz birilerinin kendi himayemiz altında olduğunu anlatmak için kendimizi siper eder tarzda konuşuruz. Mesela, borcu olan bir kişiyi korumak için “tamam bu benim borcum” deriz. Bu söylemle borca kefil olup borçluyu korumamız altına aldığımızı belli ederiz. “Allah’a ödünç vermek” tabiriyle de Allah, yoksulların sözcüsü tarzında konuşmaktadır. Yoksulları kolladığını göstermek için kendi büyüklüğünü kullanmakta  “yoksula ve muhtaca verdiğinizde Bana ödünç vermiş gibi düşünün, Ben o ödüncü kat kat fazlalaştırıp size iade ederim” demektedir.

 

6.Peygamberler yaptıkları hizmet karşılığında toplumlarından hiçbir menfaat temin etmemişler, ücret istememişlerdir. Bilgilerini toplumla paylaşmışlar, yol göstericilik yapmışlar, zulüm ve fesadı engellemek için çalışmışlardır. Ağır hakaretler, ithamlar altında kalmışlar, yurtlarından sürülmüşler, ailelerinden ayrılmak zorunda kalmışlar, fiziki saldırılara maruz kalmışlar ve öldürülmüşlerdir. Ama tüm bu olumsuzluklar onları halkı bilgilendirme ve bilinçlendirme görevlerinden, karşılık beklemeden halk için çalışma görevinden alıkoymamıştır. Yaptıkları hizmet hep halk için ve halk yararına olmuştur. Kendi menfaalerini göz ardı etmişler, hizmet adamı, halk adamı olmuşlardır.

 

İşte bunlar, Allah'ın kılavuz olduğu kimselerdir. Artık sen de onların kılavuzuna [vahye] uy. De ki: "Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece âlemlere bir öğüttür." (Enam, 90)

 

Ve "Ey kavmim! Ben sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah'a aittir. Ve ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar elbette Rabblerine kavuşacaklar. Velâkin ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." (Hud, 29)

 

Ve sen buna karşılık onlardan herhangi bir ücret istemiyorsun. O [Kur'ân], âlemlere sadece bir öğüttür. (Yusuf, 104)

 

Peygamberlerden birçoğu elçilik vazifeleri yanında toplumlarına hükümdar olmuşlardır. Bu bilge insanların hiçbir maddi menfaat gözetmeksizin halk için çalışıp çabalamaları bugünlere de ışık tutacak niteliktedir.

 

Kur’an’dan anladığımız kadarile defalarca insanlara bildirilen ancak her defasında üstü örtülen en büyük ayetlerden bir tanesi de “Yeryüzünün Halkın Sofrası” olmasıdır.

 

Yeryüzü Halkın Sofrasıdır

 

Toprak ve su ayettir. Ürünün çıkması; suyun inmesi ile suyun ve toprağın varlık özelliklerine bağlıdır. Bu anlamda aşağıdaki ayetler toprağın şahsi mülkiyet konusu olamayacağını halka ait olduğunu anlatmaktadır:

 

…Ve O, yeryüzünde bir tek su ile sulanan birbirine komşu kıtalar, üzümlerden bahçeler, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar kılandır. Ve Biz, nasipliklerinde [meyvelerinde; kokularında, tatlarında] onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kılıyoruz. Şüphesiz aklını kullanan bir toplum için bunda birtakım deliller vardır. (Rad, 4)

 

Ve Biz rüzgârları aşılayıcılar olarak gönderdik de gökten bir su indirip sizi onunla suladık. Onu [suyu] hazinelerde tutanlarda [biriktirenler] siz değilsiniz. (Hicr, 22)

 

O, sizin için gökten bir su indirdi. İçecekleriniz ondandır. Hayvanları otlattığınız ağaçlar–bitkiler de ondandır. O [Allah], onunla [su ile] sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve tüm meyvelerden bitiriyor. Şüphesiz bunda tefekkür eden bir toplum için kesinlikle birer Âyet vardır. (Nahl, 10-11)

 

Ve O [Allah], asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde kılandır. Meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de onun hakkını verin ve israf etmeyin. Şüphesiz O, [Allah] israf edenleri sevmez. (Enam, 141)

 

O, yeryüzünü sizin için bir döşek yapan, oradan sizin için yollar açan ve gökten bir su indirendir." dedi. -İşte Biz o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık. Yiyiniz ve hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz akıl sahipleri için bunda nice Âyetler vardır!... (Ta-Ha, 53-55)

 

Ya da, Bizim kır yere suyu salıverip de onunla hayvanların ve kendilerinin yediği bir ekin çıkarmamızı da mı görmediler? Hâlâ görmezler mi? (Secde, 27)

 

…Ve sizin rızkınız/sizin rızık vereniniz, sizin vaat olunduğunuz şeyler göktedir. Hala görmüyor musunuz? (Zariyat, 20-22)

 

Ey insanlar! Size gökten ve yerden rızk veren Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Allah'tan başka bir yaratıcı mı var? O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O hâlde nasıl döndürülüyorsunuz! (Fatır, 3)

 

Toprak ve su şahsi mülkiyete konu olamaz:

 

Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başka şey yoktur. (Necm, 39)

 

İnsanın kazancı ancak emeğinin karşılığıdır. Toprak bir ayet olması itibariyle şahsi mülkiyete konu olamaz. Ancak toprağın işlenmesi için ortaya konulan emeğin karşılığı, ücret olarak üründen alınır. Bu da toprağı iştirak halinde birlikte işleyenlerin, elde edilen üründen emekleri karşılığını alması sonucunu doğurur. Toprak üzerinde işleyenler iştirak halinde maliktir; yani birlikte maliktirler. İşleyenlerin her birinin hakkı toprağın tamamı için geçerlidir. Maliklerin 1/2, 1/4 gibi payları yoktur. Benim payım, benim toprağım değil, bizim toprağımız vardır. Toprak üzerinde yapılacak her türlü işlem iştirak halinde maliklerin hepsinin ortak kararıyla alınır. Ürünün yetişmesi için yapılan harcamalar ürünün maliyetidir; harcanan emeğin karşılığı ise yetiştiricinin ücretidir.

 

…Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır… (Nisa, 32)

 

Çalışan kadın ve erkek arasında  bir fark yoktur. Her ikisi de çalıştıklarının karşılığını alırlar. Diğer bir husus da ayette “kazandıklarından bir pay” demektedir. Bu da kazandığının hepsinin kendisinin olmadığını gösteren bir husustur. Bu ayetin daha açık şekli Bakara Suresi’ndedir:

 

…Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.”… (Bakara, 219)

 

Buraya kadar anlattıklarımız hayvanlar için de geçerlidir. Nitekim hayvanlar da ancak su ve toprakta yetişen bitkiler sayesinde beslenip ürün vermektedir. Hayvanları besleyenler onlar üzerinde iştirak halinde malik olup, yetiştirmeye ilişkin emeklerinin karşılığını ücret olarak hayvandan temin ederler. Ormanlar da hiçbir emek harcanmaksızın toprak ve su sayesinde doğal olarak yetişmektedir. Bu anlamda toprak, su, orman ve hayvanlar halkındır. Toprak, su, orman ve hayvanların halka ait olması yeryüzünü büyük bir sofra yapmaktadır. Nimetlerle dolu bu sofra halk için kurulmuştur.

 

İnsan emeği ile ortaya çıkan ürünler; binalar, fabrikalar, arabalar, uçaklar, gemiler. Bunları imal etmek için kişi emeğini ve parasını koymaktadır. Bunlar ayet değildir insan elinin ürettikleridir; bu sebeple şahsi mülkiyete konu olurlar.[5]  Ancak insan elinin ürünü olmayan ve yaratılmış olan herşey ayettir; istisnasız olarak halka aittir; şahsi mülkiyete konu olamaz.

 

Toprak, su, orman ve hayvanların halka ait olması, sıfır işsizlik demektir; halkın hak ve özgürlüklerini eline alması, hak ve özgürlüklerini kullanabilmesi demektir. Toprak ona emek vererek üzerinde çalışan, alın teri döken halka aittir; onun sofrasıdır.

 

Şimdi Nahl Suresi’nden bu sofranın açık anlatımını okuyalım:

 

O, sizin için gökten bir su indirdi. İçecekleriniz ondandır. Hayvanları otlattığınız ağaçlar–bitkiler de ondandır. O [Allah], onunla [su ile] sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve tüm meyvelerden bitiriyor. Şüphesiz bunda tefekkür eden bir toplum için kesinlikle birer Âyet vardır.

 

Ve O [Allah], geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi. Bütün yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için Âyetler vardır.

 

Yeryüzünde sizin için renklerini değişik olarak yarattığı şeyleri de [sizin hizmetinize sunmuştur]. Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için kesinlikle bir Âyet vardır.

 

Ve O, denizden taze et yiyesiniz ve ondan takındığınız süs eşyasını çıkarasınız diye lütfundan rızık aramanız için ve şükretmeniz için denizi sizin emrinize verendir. –Gemilerin denizde suyu yararak gittiklerini görüyorsun.–

 

Ve O [Allah] sarsıntıya uğratır diye yeryüzünün içinde sabit–sağlam dağlar, ırmaklar ve siz doğru yolu bulasınız diye yollar Ve daha nice alametler bıraktı. Ve Onlar yıldızlarla/Kur'ân Âyetleri öbekleriyle yollarını bulurlar. (Nahl, 10-16)

 

Bu ayetlerde yazılanları özetlemek gerekirse; bir tek su ile insanlar içeceğini edindi; ekinler ve hayvanlar beslendi; gece dinlenmek gündüz çalışmak için yaratıldı; yeryüzündeki herşey insanın emrine verildi; deniz ve denizdeki canlılar da bu sofraya dahil edildi; sofra sarsılmasın diye sabit-sağlam dağlar inşa edildi. Bu sofranın kurulması için binbir çeşit yaratış sergilendi. Ve bu sofra insan için kuruldu.

 

Maide Suresi’nde, Havariler İsa’dan Allah’ın kendilerine bir sofra indirmesini isterler:

 

Hani havariler, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O [Îsâ], “Eğer iman edenler iseniz Allah'a takvâlı davranın” demişti.

 

Onlar [havâriler], “Biz, istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve bizde buna tanıklardan olalım” dediler.

 

Meryem oğlu Îsâ, “Allahım, Rabbimiz, bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Sen’den bir âyet olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızıklandır. Ve Sen rızıklandıranların en hayırlısısın!” dedi. (Maide, 112-114)

 

Buraya kadarki ayetlerde Havariler bugün bizim de her gün yemek yediğimiz gibi bir sofra istemektedir; kastettikleri sofra budur. Pasajın devamına bakalım:

 

Allah dedi ki: “Şüphesiz Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım.” (Maide, 115)

 

Bugüne kadar gökten Havarilerin de anladığı şekli ile bir sofra indiği söylenmiş, hatta sofradaki yiyecekler dahi sayılmıştır. Oysa ki bizim kanaatimiz, “onun size indiricisiyim” demekle Allah, İsa ve havarilere istedikleri sofranın üzerinde olduklarına, yeryüzünün sofra olduğuna ilişkin bilgiyi vermiştir.

 

Şimdi de Sad Suresindeki Davud kıssasına bakalım:

 

Dâvûd'un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti.  (Ona,) "Korkma! (Biz) iki hasımız.  [davacıyız] Bazımız, bazımıza haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hakk ile hüküm ver, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt" dediler.  (Birisi de) dedi ki:"İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, 'Onu da bana ver’ dedi ve konuşmada bana üstün geldi. "[tartışmada beni yendi]. O [Dâvûd] dedi ki:"Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana zulmetmiştir. Gerçekten de katanların [ortakların, bir cemiyette yaşayanların] çoğu mutlaka birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve sâlihâtı işleyenler haksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!" Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, rüku ederek yere kapandı ve döndü. (Sad, 22-24)

 

Davud bu olayı çözüme kavuştururken 99 koyunu olanın yeterince koyuna sahip olduğundan ve diğerine göre zengin olduğundan yola çıkarakyoksul olanın haksızlığa uğradığı sonucuna varmış ve şöyle demiştir:"Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana zulmetmiştir. Gerçekten de katanların [ortakların, bir cemiyette yaşayanların] çoğu mutlaka birbirlerine haksızlık ediyorlar". Bu ayette dikkat edilecek kelime “katanlar ve ortaklar” kelimesidir. Burada Davud’un hükümdarlığa hazırlanan bir peygamber olduğunu unutmamak gerekir. Bir hükümdarın zihni her zaman ülkesiyle ve toplumsal düzenle ilgilidir. Kıssada geçtiği şekli ile karşılaştığı münferit bir olayda Davud’un toplumsal düzene ilişkin sonuçlar çıkarması muhtemeldir. Gökyüzünden inen bir tek su ile beslenen ve kendi üremelerini gerçekleştiren hayvanlar halkın ortak malıdır ve hayvanları besleyip yetiştirenler bu hayvanlar üzerinde iştirak halinde maliktir. Davud’un zenginin haksızlığını anlatırken kullandığı“katanlar ve ortaklar” kelimelerinin Davud’da yaptığı çağrışım toplumsal düzende Allah’a ortak koşmaktır. Bu durumda bir kimsenin ya da grubun“benim” diyerek 99 koyun üzerinde veya 1 koyun üzerinde şahsi mülkiyet iddiasında bulunması Allah’ın “yeryüzünü insanlara sofra yapan” hükmüne ortak koşmaktır. Davud’un 99 koyunu olanın yeterince koyuna sahip olduğundan ve diğerine göre zengin olduğundan yola çıkarak yoksul olanın haksızlığa uğradığı sonucuna varmış olması yanlış bir hüküm olmaktadır. 99 koyunu olanın da 1 koyunu olanın da şahsiyet mülkiyet iddiası hatalıdır; her ikisi de Allah’a ortak koşmuştur ve verdiği hüküm ile Davud’da Allah’a ortak koşmuştur. Nitekim, ayetin sonu şöyledir; “Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanat getirdi ve anladı”. Davud, kendisinin arı-duru hale getirildiğine ve hükümdarlığa hazırlandığına kesin kanaat getirdi. “Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, rüku ederek yere kapandı ve döndü”. Rabbinden bağışlanma diledi, teslim olarak yere kapandı ve döndü. “Döndü” kelimesi şirk koşmaktan/ortak koşmaktan döndü anlamındadır. Bir sonraki ayet olan Sad Suresi 25. ayette de Davud’un affedildiği belirtilir.

 

Biz de o'nun için bunu bağışladık/Biz de onu bağışladık. İşte böyle! Şüphesiz yanımızda o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır. (Sad, 25)

 

Diğer bir husus da ayet de geçen 99 ve 1 rakamlarının yüzde olarak ifade edilebilmesidir. Zira 99+1=100. Bu durumda koyunların %99’una sahip olan, karşı tarafın %1 koyununu da kendi koyunlarına katmıştır. Yukarıda da anlattığımız gibi iştirak halinde mülkiyette yüzdelik ifadeler söz konusu değildir. İştirak halinde maliklerden herbiri malın tamamı üzerinde hak sahibidir. Kıssaya bu açıdan bakıldığında da, hayvanların belli oranlarda paylaşılarak üzerlerinde şahsi mülkiyet iddiasında bulunulmasının “yeryüzünün halkın sofrası olması” hükmüne ortak koşmakolduğu sonucuna yine ulaşılır.

 

Ayrıca Enbiya Suresi’ndeki ayet Davud ve Süleyman’ın “yeryüzünün halkın sofrası olması” hükmünü uyguladıklarını göstermekte ve yukarıdaki yorumlarımıza destek olmaktadır:

 

Dâvûd ve Süleymân'ı da; hani onlar, kavmin koyunlarının, içinde geceleyin yayıldığı ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de, onların hükmüne şahit idik [kavmin yasalarının ne olduğunu biliyorduk]. (Enbiya, 78)

    

Yeryüzü sofrası üzerinde şahsi mülkiyet iddiasının ortaya çıkaracağı sonuç aşağıdaki ayetlerde anlatılmaktadır:

 

Ve and olsun ki, Biz, Firavun sülâlesini, düşünüp öğüt alsınlar diye senelerle kuraklıklarla/senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık. Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, "İşte bu bize aittir" dediler… (Araf, 130-131)

 

Dünya hayatının misali, "Bizim gökten indirdiğimiz su gibidir. Ki gökten indirdiğimiz suyla insanların ve hayvanların yediği bitkiler birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü süslerini takınıp süslendiği, sahipleri de kendilerinin ona gücü yetenler olduklarına inandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzleyin, ona emrimiz gelivermiştir de ansızın, sanki dün orada hiçbir şenlik yokmuş gibi onu ta kökünden biçivermiştir." Biz Âyetlerimizi düşünecek bir toplum için işte böyle detaylandırırız. (Yunus,24)

 

Yukarıda yeryüzünün halkın sofrası olduğunu önce Kur’an’dan ayetlerle açıkladık sonra da Kur’an’da yer alan kıssaların yardımıyla bu hükmün geçmiş toplumlarca da bilindiğini gördük. Cumhuriyetçilik İlkesi içinde görüleceği üzere bu hüküm Musa tarafından Firavun’a da bildirilmiştir. Yeryüzünün halkın sofrası olduğu defalarca insanların önüne konmasına rağmen, her defasında bu hükmün üstü örtülmüştür.



[1] Hakkı Yılmaz, Tebyinü’l Kur’an, İşaret Y., 2008, Cilt 1, sf. 581

[2] Hakkı Yılmaz, Tebyinü’l Kur’an, İşaret Y., 2008, Cilt 1, sf. 513-514

[3] Hakkı Yılmaz, a.g.e Cilt 9, sf. 589

[4] Ali Şeriati, Dine Karşı Din, İşaret Y., 2005, sf.52

[5] Kur’an’da yer alan miras hükümleri, insan elinin ürettikleri içindir. Allah’ın ayetleri/yaratılmış olan şeyler mirasa konu olamaz.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol